Cennetin Gölgeleri, Umudun Gemisi ve Kibritçi Kız: Kaurismäki’nin Proletarya Üçlemesi’ne Samimi Bir Bakış
Aki Kaurismäki sinemasına adım atmak, hafif kasvetli ama sıcak bir bara girmek gibi. İçeride yüzlerinde dünyanın bütün ağırlığını taşıyan ama hâlâ bir köşeden gülümseyen insanlar var. Tıpkı onun karakterleri gibi: Sessiz, ezik, yılgın ama hâlâ insan. Kaurismäki’nin sineması, o çok incecik çizgide komediyle trajedi arasındaki gri bölgede yürür. Bazen kaybedenlerin sessiz öyküsünü anlatır, bazen bir bardaki Fin tangosu eşliğinde hayatın kendisine küçük bir kahkaha atar. İşte bu ruhun belki de en saf hâli, 1986-1990 arasında çektiği “Proletarya Üçlemesi”nde bulunur: Cennetteki Gölgeler (1986), Ariel (1988) ve Kibritçi Kız (1990).
Bu üç film bizi Helsinki’nin soğuk sokaklarında kaybolmuş insanların hayatına konuk eder. Aslında Kaurismäki’nin kendisi bile bu karakterlerin tam olarak “proleter” olmadığını, hatta “bir sınıfa ait olmak için yeterince bilinçli bile olmayan kaybedenler” olduklarını söyleyerek işin ironisini baştan kurar. Yine de bu kaybedenlerin hikâyesi, sistemin insanı nasıl ezeceğini, yalnızlaştıracağını ve sessizleştireceğini anlatmanın en etkili yollarından biri olur.
Kaurismäki, asla yüksek sesle bağırmaz. Kapitalizmi, yalnızlığı, yabancılaşmayı minimalist bir estetikle gösterir. Tokat gibi değil, buz gibi bir duş etkisiyle. Politik duruşu nettir; Amerikan kültür emperyalizmine, tüketim toplumuna ve kayıtsızlığa karşı hep bir mesafesi vardır. Oscar törenlerini boykot etmesi ya da üçlemeler çekerek kendi tembelliğini “yeneceğini” söylemesi, onun mizah anlayışının da politik bir formda işlediğini gösterir.
Bu yazıda, Cennetteki Gölgeler, Ariel ve Kibritçi Kız’ı klasik film özetleri gibi değil, onların ruhlarına dokunarak, içlerinde sakladıkları sessiz isyanı hissederek ele alacağız. Yani, tam anlamıyla bir sinefil sohbeti gibi.
Kaurismäki Stili: Az Laf, Çok Duygu (Ve Bolca Sigara)
Aki Kaurismäki, az konuşan ama çok şey anlatan bir sinema dili yaratmıştır. Başlangıçta düşük bütçeler yüzünden gelişen bu stil, zamanla bilinçli bir seçim hâline gelir. “Sanatın temeli azaltmaktır,” der Kaurismäki. Bu yüzden filmlerinde uzun açıklamalar, duygusal patlamalar, dev sahne numaraları yoktur. Onun karakterleri, hayatı olduğu gibi yaşar süslemeye gerek duymadan.
Bu minimalist tavır politik bir duruş da taşır. İşçi sınıfının görünmez hayatlarına süslü hikâyeler yazmak yerine, hayatın kendisini olduğu gibi, acımasız bir sadelikle sunar. Mizahı da buradan doğar: En çaresiz anlarda bile bir bakış, bir sigara nefesi, küçük bir jestle koca trajediler anlatılır. Deadpan mizah denilen şey, Kaurismäki’nin kamerasında bir direniş biçimidir.
Görsel dünya da bu anlayışa eşlik eder: Sabit kamera, geometrik kadrajlar, soluk renk paletleri. Nadiren yapılan o yumuşak kamera hareketleri ise filmin duygusal kırılma anlarına saklanır. Sessizlik, diyaloglardan daha çok şey söyler. Müzikler Fin tangoları, 50’ler rock’n roll’u, melankolik blues şarkıları sahnelere hem bir ironi hem de samimi bir ağırlık katar.
Ve oyuncular, Matti Pellonpää, Kati Outinen gibi yüzler yıllar içinde Kaurismäki evreninin sessiz kahramanları olur. Hiçbir duyguyu abartmazlar. Bir bakış, bir baş sallayış yeter. Robert Bresson’un etkisi barizdir; karakterler neredeyse “oynamaz”, sadece var olurlar.
Cennetteki Gölgeler (1986): Gri Bir Fon Üzerinde Çekingen Bir Aşk
Üçlemenin ilk adımı Cennetteki Gölgeler, en sade, en umutlu halka. Çöp kamyonu şoförü Nikander, hayatını tekdüze sürdürürken kasiyer Ilona ile karşılaşır. İkisi de yalnız, ikisi de kırılmış. Aralarındaki çekim kelimelerden çok bakışlarla, ufak jestlerle gelişir.
Film boyunca Nikander’in hayatı ve Helsinki’nin gri atmosferi birbirine karışır. Çöp toplama ritüeli, iş arkadaşının ölümü, mezbahadaki sessiz şakalaşmalar… Hepsi işçi sınıfı monotonluğunun sessiz bir ağıtı gibidir.
Ve sonra o kaçış arzusu. Nikander ve Ilona’nın Estonya’ya doğru yola çıkmaları, varışın değil, yola çıkışın umut verdiği bir an. Cennetteki Gölgeler, umutla umutsuzluk arasında sıkışıp kalan o ince duyguyu yakalar. İnsanı ağlatmadan hüzünlendiren, acıtmadan düşündüren bir film.
Ariel (1988): Beyaz Cadillac’la Kaçış Rüyası (veya Kâbusu)
Ariel, üçlemenin ikinci filmi, tonunu biraz daha karartır.
Maden işçisi Taisto, işsiz kalır, babasının intiharıyla daha da savrulur. Beyaz Cadillac’ını alıp Helsinki’ye iner. Fakat şehir, hayaller değil, haksızlıklar sunar: Soyulmak, hapse düşmek ve yanlış anlaşılmalar.
İrmeli ile kurduğu garip ama sahici ilişki, Taisto için küçük bir dayanak olur. Hapisten kaçış, banka soygunu, Meksika’ya yelken açma… Hep bir umut kırıntısının peşinde koşar karakterler.
Ariel, sınıf çöküşünü daha doğrudan gösterir. İşsizliğin, güvencesizliğin ve çaresizliğin ağırlığı her karede hissedilir. Beyaz Cadillac, hem Amerikan rüyasının hem de ulaşılamayan bir geleceğin ironik sembolüne dönüşür. Kaurismäki burada mizahı daha da kara hale getirir: Ölüm, kayıp, adaletsizlik; ama hepsi o kendine özgü ifadesiz bir tebessümle.
Kibritçi Kız (1990): Soğuk İntikamın Donmuş Portresi
Üçlemenin en kısa ve en sarsıcı halkası Kibritçi Kız, adeta Kaurismäki’nin minimalizminin donmuş hâlidir.
İris, kibrit fabrikasında çalışan, sessiz, ezilmiş bir genç kadın. Evde ailesi tarafından sömürülüyor, dış dünyada görülmüyor.
Bir an için bir aşk ihtimali doğuyor, ama daha başlamadan çöküyor. Aarne’nin terk edişi ve ailesinin kayıtsızlığı, Iris’in içindeki sessiz acıyı patlatıyor. İntikam ise şiddetli ama sessiz: Fare zehiriyle herkesin sonunu hazırlıyor.
Kibritçi Kız neredeyse diyalogsuz ilerler. Kamera hareket etmez, renkler soluktur. Kaurismäki, burada seyirciyi doğrudan Iris’in yalnızlığına kilitler. Onun hikâyesi umutla değil, bir kapanışla biter. Hapiste. Kaçışsız.
Bu film, proletarya üçlemesinde kaçışın artık mümkün olmadığını söyler. Modern kapitalizmin en büyük zaferi belki de budur: İnsanların umudunu da yıkmak.
Üçlemenin Ardından: Sessiz Bir İsyan
Kaurismäki’nin Proletarya Üçlemesi, işçi sınıfının, kaybedenlerin, yalnız insanların sessiz ama derin öyküsünü anlatıyor. Minimalist estetik, ifadesiz mizah, soluk kadrajlar ve sessiz kahramanlar. Hepsi birlikte, sistemin insanı nasıl yavaş yavaş öğüttüğünü gösteriyor.
Ve Kaurismäki asla slogan atmaz. Onun devrimciliği sessizliktedir. O, bir çöpçüyle, işsiz bir madenciyle, terk edilmiş
bir kibritçi kızla bizi baş başa bırakır. “İşte hayat böyle bir şey,” der. “Kaba, soğuk, zor. Ama bak, hâlâ hayattayız.”
Üçleme bittiğinde, karakterler pek de mutlu değildir. Ama belki bir şeyi öğrenmişizdir: Küçük bir bakış, paylaşılan
bir sigara, bir anlık tebessüm bile bu koca dünyaya direnmeye yeter. Belki de tüm kahramanlık, sabırla, sessizlikle
hayatta kalmaktan ibarettir.