Skip to main content

Ingmar Bergman sineması denince çoğu kişinin aklına hafiflik değil, ağırlık gelir. Varoluş krizleri, ölüm korkusu, Tanrı’nın sessizliği… Bunlar Bergman’ın dünyasında sıradan dertlerdir. Ama bu dünyanın içinde, bir şekilde daha sıcak, daha sarıcı bir film var: 1957 yapımı Yaban Çilekleri (Smultronstället). Film hem Bergman’ın kişisel hesaplaşmalarından biri, hem de şaşırtıcı derecede duygusal, neredeyse yumuşak bir dokunuş taşıyor. Elbette bu “yumuşaklık”, yüzeyde kalmayan bir şey. Çünkü film ilerledikçe, yüzleşme kaçınılmaz hale geliyor: yaşlılık, pişmanlık, ölüm, yalnızlık. Ve bunların Bergman usulüyle anlatıldığını düşünürsek, Yaban Çilekleri asla bir “hafif film” değil; ama belki de en affedici olanı.

Merkezde, 78 yaşındaki emekli tıp profesörü Isak Borg var. Soğuk, mesafeli, biraz kibirli ama başarılarla dolu bir adam. Ona hayat veren kişi ise İsveç sinemasının sessiz dönem efsanesi Victor Sjöström. Filmdeki performansıyla sadece bir karakteri değil, bir çağın yorgunluğunu taşıyor adeta. Borg, Lund Üniversitesi’nden onur ödülü almak için bir araba yolculuğuna çıkıyor. Kısa bir rota, basit bir hedef gibi görünüyor.

Ama yol boyunca karşılaştığı insanlar, rüyalar, anılar ve kendi iç sesiyle bu yolculuk, kendi geçmişine doğru kırılgan bir keşfe dönüşüyor. Bergman’ın asıl anlatmak istediği şey de burada başlıyor: İnsan, en çok kendisinden kaçmak için yola çıkar; ama yolun sonunda yine kendisine varır.

Isak Borg’la tanıştığımız ilk sahnede bile buz gibi bir yalnızlık hissediliyor. Gelini Marianne onunla soğuk bir mesafede konuşuyor. “Acımasız bir egoistsin,” diyor ona. Ve biz daha o anda, filmin aslında içe doğru bir çözülme anlatısı olacağını hissediyoruz. Isak, sadece bir profesör değil; sevilmemiş, sevmemiş, ama bunu çok geç fark etmiş bir adam. İşte bu nedenle, Bergman’ın rüya sahneleri ve anı sekansları sadece geçmişi hatırlatma işlevi görmüyor; Borg’un bastırdığı duyguların su yüzüne çıkışına tanıklık ediyoruz.

Açılışta gördüğümüz ilk rüya, sinema tarihinin en unutulmaz anlarından biri: Boş sokaklar, sessiz bir saat, kendi tabutunu taşıyan bir cenaze arabası… Bergman burada sadece ölüm korkusunu değil, zamanın göreceliğini ve benliğin parçalanmışlığını anlatıyor. Bu görüntüler gerçeküstü, ama asla yabancı hissettirmiyor. Çünkü Bergman, seyircinin bilinçaltına seslenen bir sinema kuruyor burada. Rüyalar sarsıcı ama tanıdık. Anılar hüzünlü ama sıcak.

Yolculuk ilerledikçe Isak’ın karşılaştığı karakterler, geçmişte kaçırdığı duyguların hayaletleri gibi. Bibi Andersson’un canlandırdığı Sara karakteri, hem gençliğindeki ilk aşkı hem de şimdiki zamandaki tazeliği simgeliyor. Bu çift anlamlılık, Bergman’ın anlatımında sık sık karşımıza çıkar. Sara bazen bir genç kadın, bazen de Isak’ın belleğinde kapanmamış bir yara. Yine bir flashback değil bu; bilinçle rüya arasında, anı ile pişmanlık arasında salınan bir karşılaşma. Bu karşılaşmalar da Isak’ın buzdan kabuğunu yavaş yavaş çatlatıyor. Onun değişimi ani değil; her sahne, her diyalog bu dönüşümün bir kırıntısı gibi.

Bir başka unutulmaz an, Isak’ın çocukluğunun geçtiği yazlık eve yaptığı ziyaret. Yaban çileği tarlasının etrafında dolanırken, genç halini ve ailesini izliyoruz. Ancak bu sahneler gerçek bir geçmişe dönüş gibi değil. Daha çok, anıların bugünü istila etmesi gibi. Bergman burada zaman çizgisini doğrusal olmaktan çıkarıyor. Geçmiş, şimdiyle konuşuyor. Anılar sadece hatırlanmıyor; yaşanıyor. Gunnar Fischer’in görüntü yönetimi, bu iki zamanı birbirine ustalıkla bağlıyor. Geçmiş pastel ve parlak; şimdi daha soğuk ve keskin. Bergman ise zamanın psikolojik doğasını sinemayla tarif ediyor.

Isak’ın karısıyla ilgili gördüğü rüyalar, Bergman’ın bilinçaltına dair sinema anlayışının belki de en cüretkar örnekleri. Karısının başka bir adamla alaycı biçimde ilişkisini izlediği sahnede, seyirci olarak rahatsız oluyoruz ama bakmaktan da vazgeçemiyoruz. Bir başka rüyada, Isak kendini bir sınavda buluyor; sorulara cevap veremiyor. Utanıyor, terliyor. Bu rüyalar sadece yaşlılıkla değil; hayatı boyunca başaramadıklarını, geç kaldıklarını ve içten içe utandığı şeyleri de dışa vuruyor. Bergman burada sinemanın, kelimelerle anlatılamayan bir içsel dünyayı resmedebileceğini kanıtlıyor.

Ve tüm bu yüzleşme süreci boyunca Victor Sjöström’ün oyunculuğu, sessiz sinemadan gelen bir bilgelikle filmi taşıyor. Her mimiği, her bakışı bir sayfa gibi okunuyor. Sjöström sadece Isak’ı oynamıyor; sanki Bergman’ın kendi pişmanlıklarının, kendi babasına dair duygularının cisimleşmiş hali. Bergman da zaten bu filmi, gerçek hayattaki babasıyla olan mesafeli ilişkisine bir tür cevap olarak gördüğünü söylemişti. Belki de bu yüzden Isak Borg karakteri, bu kadar kişisel ama bu kadar evrensel. Hepimiz bir yanımızda Isak’ız. Ya da bir gün olacağız.

Filmin finaline geldiğimizde, ani bir kurtuluş ya da duygusal bir boşalma yok. Her şey küçük bir değişimle bitiyor. Ama işte o küçük değişim, film boyunca anlatılan her şeyin özeti gibi. Isak, geçmişiyle barışıyor. Belki sevilmediğini kabul ediyor, belki de sevmeyi unuttuğunu fark ediyor. Ve sonunda, ilk kez yumuşak, içten bir gülümsemeyle uyanıyor. Son sahnedeki huzurlu rüya çocukken ailesiyle geçirdiği mutlu bir an bu yolculuğun vardığı en insani yer. Kabuslardan dinginliğe, korkudan kabule geçilen bir hatıra.

Bergman burada mutlu bir son yazmıyor. Ama bizi huzurlu bırakıyor. Çünkü mesele mutlu olmak değil, gerçek olmak. Ve Yaban Çilekleri, bize geçmişin hayaletleriyle nasıl barışabileceğimizi gösteriyor. Bu, didaktik bir film değil; nasihat vermiyor, yön göstermiyor. Sadece birlikte oturup anlatıyor. Tıpkı yaşlı bir adamın, torununa anlattığı bir hayat hikâyesi gibi. Belki bazı yerlerde yavaşlıyor, belki bazen fazla içine kapanıyor. Ama dürüstlüğünden hiç vazgeçmiyor.

Yaban Çilekleri, sadece Bergman’ın en kişisel işleri arasında değil; dünya sinemasının da en sade, en dokunaklı yolculuklarından biri. Her izleyişte başka bir köşesine takılmak mümkün. Kimimiz Isak’la beraber utanıyoruz, kimimiz Sara’yla beraber umutlanıyoruz. Ama hepimiz o arabada, geçmişe doğru giden o yolda bir noktada yerimizi buluyoruz. Ve film bittiğinde, içimizde buruk ama tatlı bir tat kalıyor. Tıpkı o yaban çileklerinin tadı gibi.