Skip to main content

Sinemada aşk genelde gülümsetir. Ama bazen öyle filmler vardır ki, aşk bir şeye dönüşmez içten içe sızlar, kabuk bağlamaz, yarım kalır. Bu filmler, aşkı romantik bir çözüm değil, içsel bir kriz olarak gösterir. Çünkü aşk sadece olmak değil, olamamakla da ilgilidir.

Yan dairelerde yaşayan iki insan, eşlerinin sadakatsizliğiyle yakınlaşır ama dokunmazlar. Bu film, dokunamamanın şiirini yazıyor. Her sahne bir mektup gibi.

Aşkın doğuşuyla çöküşünü paralel izliyoruz. O baştaki şarkılar, sonlara doğru boğaza düğüm oluyor. Gerçekçilik can yakıyor.

Hayaller ve aşk arasında seçim yapılmak zorundaysa… Film bittiğinde gözlerin dolu dolu ama yüzünde bir gülümseme kalıyor. “Keşke”lerin en güzel hali.

İnsan, yalnızlığını teknolojiyle ne kadar paylaşabilir? Theodore ile yapay zekanın aşkı, gerçekliğe değil, duyguların yalnızlığına dair bir ağıt.

Bakışın bile bir eyleme dönüştüğü bu filmde, iki kadın arasındaki yasak ama sonsuz bağ, ateşi dışa değil içe yakıyor.

Birbirini hem seven hem tüketen iki adamın Arjantin’deki sürgün gibi aşkı. Kar-wai sineması zaten aşkın melankolik versiyonudur; burada zirve yapar.

İlk iki filmde aşkla örülen bağ, burada hayatın sertliğine çarpıyor. Bu defa geceler romantik değil, kırıcı.

Genç bir kızın, annesinin sevgilisine duyduğu bastırılmış ilgi. Aşk değil belki ama acıdan beslenen bir arayış. Arnold’un kamerası tam kalp hizasında.

İki zaman, iki hikaye, bir ortak his: kaybetmek. Reenkarnasyon fikrini bile duygusal olarak işlemesi, filmi unutulmaz kılıyor.



💔 Bu filmler aşkı anlatmıyor, aşkın izlerini taşıyor. Kapanmayan defterler, içe gömülen çığlıklar ve söylenmeyen cümlelerle dolular.